21 Ekim 2007 Pazar

ŞEHİTLER ÖLMEZ VATAN BÖLÜNMEZ



ŞEHİTLER ÖLMEZ VATAN BÖLÜNMEZ

23 Eylül 2007 Pazar

HERKES İÇİN BİRAZ MUTLULUK


Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlubir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep.. “Bomba gibiyim.” Jerry bir doğal motivasyoncuydu...Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse,Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry’ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman,her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene ikiseçimim var: Kurban olmak, ya da ders almak.Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var..Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani?Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllargörmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soyguniçin gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler...Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm..Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !.. Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözlerbana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam,biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..Ne yaptın? diye merakla sordum.. Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu..Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım..Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin.Otopsi yapar gibi değil.. Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımızve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..Bu yazıyı okudunuz. Şimdi iki seçiminiz var:1. Unutup gitmek. 2. Kesip saklamak, fotokopisini çıkarıp, dostlarınıza dağıtmak..

SERÇE VE GÖÇMEN KUŞUN HİKAYESİ


İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,Sadakatin adı ise; bir serçeyeGöçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraberKüçük sinekleri, kurtları yemişler, Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.Masmavi gökyüzünde dans etmişler, Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...Birbirlerine söz vermiş kuşlar; Ayrılmayacağız diye.Ama kış gelmiş,Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,Serçe ise her zamanki gibi sadık Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece Gel demiş serçeye benle beraber...Başka bir bahara uçalım. Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharıAma kış acımasızdır. demiş göçmen, Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliyeVe karar vermiş sevgiyi seçmişUçacakmış yeni bir bahara... Göçmen ve serçe çıkmışlar yola, Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuşlar için değil.Dayanamayacakmış bu yola Oysa göçmenin kanatları güçlüymüşÇünkü o hep kaçarmış kışlardan Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlaraBir fırtına yaklaşıyormuş. Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmışAma serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış Göçmene duralım demiş artık.Biraz dinlenelim Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş. Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağızSerçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin Birazdan varmışlar okyanusa Kurtuluşuymuş bu büyük deniz Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sankiGökyüzünden daha büyükmüş bu yeni maviSerçe artık dayanamıyormuş,Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmeneArtık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış,Bakmış ve devam etmiş........ Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçükSerçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ...Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...

KAÇAN FIRSATLAR


Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasındanfırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralılarınHarvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadanmasasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksagidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içinibulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl öncebir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onunanısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner...""Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'abir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunubiliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardanfazlasına çıktı..."Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçinkendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları içinonun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

22 Eylül 2007 Cumartesi

ŞANSSIZ BİR ADAM


Şanssızlık beni her yerde izliyor, eminim ki, doğduğum gün gökyüzünde birkaç kötü yıldız, gezegen ya da herhangi bir gök cismi vardı.Bir süre önce çalışmak için Fransa'da bulunmuş ve dönmüş olan birteknisyenle tanıştığımı anımsıyorum; o da şanssız olduğunu söylerdi.
Bu teknisyen birkaç delikanlıyla el ele vemişti: Geceleri arabayla dolaşıyorlar dükkanların kepenklerine zincir bağlayarak arabayı çalıştırıyorlar, böylece kepenk fırlayarak sarılıyor, onlar da içeri girip eşyaları çalıyorlardı. Her neyse, bu teknisyenin göğsünde bir giyotin dövmesi vardı. Üzerinde ise fransızca sözcüklerle; İtalyanca'da "hiç şansım yok" anlamına gelen şu yazı yazılıydı: "Pas de chance" göğsünün kaslarını hareket ettirdiği zaman giyotinin bıçağı gibi görünüyor, teknisyen de sonunun böyle biteceğini söylüyordu. Gerçekten de, giyotine gitmedi ama beş yıllık hapis cezasına çarptırılmayı başardı. Şimdi aynı yazıyı benim de göğsüme yazdırtmam gerekiyor. Çünkü herkes benim yaptığımı yapar ama onların işleri iyi giderken benimki ters gider. Demek ki; şanssızım ve birisi kesinlikle kötülüğümü istiyor,ya da dünyanın benimle alıp veremediği var.Başkalarından daha dürüstçe olmasa da her zaman işlerimi dürüst olarak yürütmeye çalıştım. Çünkü, bilindiği gibi hepimiz kusurluyuz yalnızca Tanrı kusursuzdur. Evlendikten hemen sonra karımım parasıyla bir dükkan açarak ayakkabı tamirciliğine başladım ve bir memur mahallesi seçmekle iyi yaptım. Memur olarakçalıştıkları ve işyerinde iyi görünmek zorunda oldukları için, halktan kişiler olanbizim gibi yırtık ayakkabıyla gezemezler. Dükkanım, mahallenin tam ortasında, içinde en az binlerce memurun oturduğu köhne evlerin arasındaydı.Aynı caddede, benim tam karşımda başka bir ayakkabı tamircisi vardı. Yetmiş yaşlarında ve nereydeyse önünü göremeyen yarı kör bir ihtiyardı. Dükkanı açtığım gün benimle kavga etmeye geldi. Baykuş öyle kötü bir adamdı ki, karım bana nazardan korunmam için dikkatli olmamı söyledi. Bense ona kulak asmamakla iyi etmedim.Başlangıçta herşey iyi gitti. Başarılıydım, gençtim, cana yakındım, çalışırken şarkı söylüyor, patronlarının ayakkabılarını getiren hizmetçilere her zaman söyliyecek güzel sözler buluyor ve onlarla şakalaşıyordum. Dükkanım artık mahallenin salonu haline gelmişti ve kısa zamanda o kötü ihtiyarıntüm müşterilerini elinden almıştım. Öfkeleniyordu ama yapacak birşey yoktu çünkü ben aramızdaki rekabeti kızıştırmak için daha düşük fiyata çalışıyordum. Doğal olarak bir de planım vardı; tüm müşterilerimi avucumum içinde hisseder hissetmez onu uyguladım. Bir ayakkabıya kösele taban, diğerine ise kösele taklidi olan işlenmemiş bir taban koyarak sırayla yapmaya başladım. Yani birine koyuyor diğerine koymuyordum. Daha sonra bu işin farkedilmediğini görerek cesaretlendim ve tümüne koymaya başladım. Gerçekte bu tam anlamıyla karton değildi ama savaşboyunca üretilmiş olan sentetik bir üründü ve yemin ederim ki, köseleden daha da iyiydi. Böylece hep neşeli, hep nazik ve keyifli, hevesle çalışarak yeterince kazanmayabaşladım. Herkes beni seviyordu. Bilindiği gibi ihtiyar ayakkabı tamircisi dışında. O sıralarda ilk oğlum dünyaya geldi. Aynı günlerde nasıl oldu bilmiyorum, belki deyağmurdan, ne yazık ki pençe yaptığım ayakabılardan biri açıldı. Müşteri itiraz etmek için dükkana geldi. Raslantı eseri tam o günlerde onardığım ayakkabılar açılmaya başladı.Bu gibi şeylerin nasıl yayıldığı bilinir. Tüm mahallede herkes olayı biribirine anlattı ve o günden sonra hiç kimse bana gelmedi. Müşterilerin tümü ihtiyara döndü. O, dükkanın camları ardında kendi kendine gülüyor ve kınnapı batırıp çekmekten başka iş yapmıyordu.Bense toptancının beni dolandırdığını, benim suçum olmadığını açıklayarak bas bas bağrıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Sonunda; devralacak birini buldum ve birkaç kuruşla birlikte oradan çekip gittim.Ayakkabıcılıkta ısrar etmenin boş olduğunu anlayınca meslek değiştirmeye karar verdim. Delikanlılığımda bir sıhhi tesisatçının yanında çalışmıştım, onun için birlehimci dükkanı açmayı tasarladım.Bu kez de herşeyi düşünerek yaptım, kentin merkezinde, su boruları çürük ve tümtesisatları yıpranmış olan, tümüyle eski evlerden oluşan bir mahalle seçtim. Nemli, güneş görmeyen, tıpkı bir mağaraya benziyen bir sokakta, biri kömürcü diğeriütücü olan iki dükkan arasında yer buldum. Birkaç demir, birkaç kurşun boru, birkaç lavabo ve musluk aldım ve üzerinde, şu yazıların bulunduğu bir levha yazdırdım: "Sıhhi tesisat ve teknik işler bürosu, evlere sevis yapılır, isteğe göre önceden fiyat bildirilir." İş, çabucak iyi gitmeye başladı.O yıl şiddetli bir kış oldu ve kar bile yağdı. O, çürük ve eski evlerin tümünde patlıyan borular, sayılamayacak kadar çoktu. Öte yandan iyi bir lehimciher zaman kolay bulunmadığı için bir banyo ısıtıcısı ya da bir kahve değirmeni bozuluncahalk su tesisatçısına Tanrı'ya güvenir gibi güveniyordu. Suların akmadığı ya da banyolarının su bastığı zaman zengilerin bile ne büyük umutsuzluğa kapıldığını bilemezsiniz. Telefon ederler, yalvarırlar, sizi göklere çıkarırlar ve zamanı gelince de soluk almadan parayı öderler.Su tesisatçısı çok gereklidir ve gerçekten de tümünün kibirinden geçilmez, onlarla iyi geçinmeyenin vay haline! Söylediğim gibi işlerim hemen iyi gitmeye başladı. Dükkanküçüktü, karanlıktı, vitrinine bir düzine musluktan başka bir şey koymuyordum ama bir çok kişi beni çağırıyordu. Kısa zamanda bütün gün çalışmaya başladım.Eğer, benimkinin tam karşısına bir başka tesisatçı dükkanı açmamış olsaydı, bu kez işlerim kesinlikle pürüzsüz gidecekti. Bu sarışın, ufak tefek, sezsiz, büyük kafalı bir gençti. Hemen hemen hiç boynu olmadığı için kafası göğsüne gömülmüştü. İlk iş olarak müşterileri elimden almaya koyuldu. Bana zarar vermeye kararlıgöründüğü için; eğer, önlem almazsam başarılı olacağına inandım. Bunu düşünürken, aklıma müşterileri elimde tutmama, hatta işimi arttırmama yarıyacak iyi bir fikir geldi. Diyelim ki, bir banyo ısıtıcısını yerine yerleştiricektim. İngiliz anahtarıyla civata somunlarını sıkıştırarak zaten eski ve yıpranmış olan boruyu duvarın içinde kırılacak biçimde burkuyordum. Gece evi su basıyor, müşteri beni çağrıyor, ben de duvarı yararak boruyu değiştiriyor ve iş yapmış oluyordum. Böylece daha önce onarmış olduğum yerlerde yapmamaya dikkat ederek, bazıbozukluklar yaratıyordum. Sonunda durumu düzelttim. O sıralarda ikinci oğlum doğdu ve derin bir nefes aldım .Bu kez gerçekten şanssızlığın etkisi dışındaydım. Fakat hiç bir zaman büyük söylememek gerek çünkü, yaptığım bozukluklardan biri önüne geçemeyeceğim kadar büyüdü. Bir banyo ısıtıcısı dışarı fırladı. Ateş, bir dolaba, sonra da tüm daireye sıçradı. Şanssızlık eseri, teknik işlere meraklı olduğu anlaşılan bir çocuk, beni izlemişti. Neler çektiğimi anlatamam.Ceza evine girmeme ramakkaldı. Bu kez de dükkanı kapatarak mahalleden çekip, gitmek zorunda kaldım. İnat bu ya, üçüncü kez dükkan açmak istedim. Artık paralar azalmıştı. İki çocukbir de yoldakiyle durumumuz pek ümit verici değildi. Kent dışında, mezbaha taraflarında fakir halkın otuduğu mahalleye gittim ve ufak bir şilteci dükkanı açtım.Bu kez fikir karımındı çünkü, kayınpederim de şilteciydi. Bir dikiş makinesi,birkaç demir somya, birkaç portatif yatak, birkaç top şilte kumaşı ve yün ile atkılı satın aldım. Zavallı karım, bebek beklemekle birlikte makinede dikiş dikiyor, bense yünü tel tarakla taramak gibi daha ağır işler yapıyordum. Mahalle çok fakirdi, çok seyrek olarak sipariş geliyordu. Yiyecek yemek bile bulamıyorduk. Karıma söylediğim gibi bu kez şanssızlığımı başımızdan savmamızçok güç olacaktı. Fakat ilkbahara doğru işler iyi gitmeye başladı. Fakirler de temiz olmak isterler, fakir aileler de evi temiz tutmak için her türlü özveride bulunurlar. İlkbaharda mahalledeki kadınların çoğu şiltelerini yeniletmek için bana geldiler. Bu işlerin nasıl yürüdüğü bilinir. Bir ay önce kimse gelmiyordu, şimdiise elimi hangi işe atacağımı bilemiyordum.İşimi yalnız başıma yürütemediğim için yanıma bir çırak aldım. Onyedi yaşındahaylaz bir çoçuktu. Aynı Etopya imparatoru Negus'u andıran esmer derisi ve kıvırcık saçları olduğu için ona Negus diyorlardı. O, şilteleri götürmek ya da almakiçin dolaşıyor, bense çalışmak için dükkanda kalıyordum.Bu Negus, çamaşırcılık yapan annesinin baş belasıydı. Onu bir faturayı ödemesi için gönderdiğim günlerden birinde geri dönmedi. Futbol maçına ve sonra da başka yerlere giderek paraları yemişti. Ama sonunda; dükkana gelerek, cüzdanını çaldırdığını söyleyecek kadar yüzsüzlük etti. Ona hırsızolduğunu söyledim, o da bana kötü sözlerle karşılık verince bir tokat attım ve dükkandan kovmak için zor kullanmak zorunda kaldım. Bu olay yeni şanssızlığımım başlangıcı oldu. Bu serseri, bir süre önce beş şilteyionarırken, bunların birinde tahta kuruları bulduğumu ve onları yok etmek şöyledursun diğer dört şiltenin her birine bir çift tahta kurusu koyduğumu, bunu, gelecek mevsim, şilteleri yeniden onarılmaya göndermelerini sağlamak için yaptığımı anlataraktüm mahalleyi gezdi. Doğruydu ama bir işi becermek için elden gelen yapılmalı. Herkes öyle yapıyor ama benimkinin öğrenilmesi için şanssız olmam gerekiyormuş.Kısacası, neredeyse bir ayaklanma oldu. Kadınlar dükkanda etrafımı çevirerek beni dövmek istediler. Sonunda polis memuru bile geldi ve benden kuşkulandı. Bu kez son oldu. Dikiş makinasını ve birkaç eşyayı sattım. Geceleyin hırsız gibi sessiz sedasız gittim.Şimdi soruyorum: Benden daha şanssızı var mıdır? Dürüst ve huzurlu çalışmak istiyordum. Dahası, birçok kişinin yaptığından çok değil ama işe biraz da ustalığımıkatıyordum. Kısacası iyi bir işçi olmak istiyordum oysa, işsizdim işte. Hiç olmazsa biraz param olsaydı meyhane açardım. Madem ki, şaraba su katıldığını herkes biliyor, belki bu işi kıvırırdım. Artık param yok, çırak olmak zorunda kalacağım. Oysa, bilindiği gibi maaşlı çalışan açlıktan ölür. Gerçekten çok şanssız, hatta nazara gelen biriyim. Karım, cüzdanıma bir aziz resmi dikti, üzerimde ise sayısız nazarlık taşıyorum. Sonra evin kapısına da tüm çivileriyle birlikte bir at nalı astım. Ama yine de şanssızım, şanssız yaşadım, şanssız ölüceğim.Kötülüğümü istiyen kişiyi öğrenmek için gittiğim falcı, elimi görür görmez ellerini gökyüzüne kaldırdı ve bağırdı: "Oh! ne görüyorum, ne görüyorum". Beni bir korku aldı ve ne gördüğünü sordum. Yanıtladı: "Oğlum siyah mı siyah bir yıdız...Herkes senin kötülüğünü istiyor". "Eee öyleyse?" diye sordum."Öyleyse cesur ol ve Tanrı'ya inan" dedi. "Fakat ben" diye itiraz ettim, "Ben her zaman görevimi yaptım".O, "Oğlum çok kişi senin kötülüğünü istiyor...Böyle olunca görevini yapmanneye yarar? Yalnızca rahat bir vicdana sahip ol". O zaman yanıtladım:"Vicdanımın şimdiki gibi rahat olması bana yeter.Gerisi beni ilgilendirmez".

YAŞADIĞINIZ HER GÜN ÖZELDİR !


Eniştem; kızkardeşimin tuvaletinin en alt gözünü açtı ve ince kağıda sarılmış bir paket çıkardı. "Bu" dedi, "sıradanbir çamaşır değil." Kağıdı açtı ve çamaşırı bana uzattı. Zarif ve ipekliydi. Kenarları elişi dantelle süslenmişti .Astronomik bir fiyat taşıyan etiketi hala üstündeydi. "Jan bunu New York'a ilk gittiğimizde almıştı. Nereden baksan sekiz, dokuz yıl olmuştur. Hiç giymedi. Özel bir gün için saklıyordu." Çamaşırı benden aldı ve cenaze evine götürmek üzere ayırdığımız diğer giysilerle birlikte yatağın üzerine koydu. Bırakırken eli bir an yumuşak kumaşı okşar gibi oyalandı. Tuvaletin gözünü hızlakapattı ve bana döndü ve dedi ki : " Hiçbir şeyini özel bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir."Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenimebeklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı şehirden California'ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm. Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı bütün şeyleri düşündüm. Hala eniştemin sözlerini düşünüyorum ve hayatım değişti.Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum. Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan çimlerealdırmadan. Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum , iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık "hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine zevk alınacak olaylar silsilesi olarak görülmesi" gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak istiyorum. Hiçbir şeyimi özel günler için saklamıyorum. Kıymetli tabak çanağımı her "özel" olayda kullanıyorum. Birkaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak, bahçemde ilk açan çiçek gibi özel olaylarda.. En pahalı ceketimi canımisterse süpermarkete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler için saklamıyorum. Mağazalardaki tezgahların ve banka memurlarının burunları da, en az parti parti gezen arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır. "Birgün" kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti. Bir şey, eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu şimdi görmek , duymak ve yapmak istiyorum. Hepimizin "Yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız yarını görmeyeceğini" bilseydi eğer kızkardeşim, neler yapardı kimbilir ? Sanırım aile fertlerini veya yakın arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi. Belki bir lokantaya en sevdiği çin yemeğini ısmarlardı. Bunların hepsi birer tahmin. Kardeşimin neler yapamadan öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben ?.. Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeylerolduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım için kızardım. "Bir gün ararım" dediğim dostları görmediğim için kızardım. Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelememeye, duygularımı dizginlememeye çalışıyorum. Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün "Özel bir gün" olduğunu söylüyorum. Her gün,her dakika, her nefes gerçekten Allah'tan bize bir armağan.
LOS ANGELES TİMES YAZARLARINDAN ANN WELLS'İN YAZISI

HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ?


Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. "Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk.. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar daalman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yenidenyazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!." Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi.. "Ben de hayallerimi..".....

Kadınlar Ne İster ?


Kral Arthur, bir soruya doğru cevap verebilirse hayatıkurtulacak, aksi takdirde ölecektir. Soruya cevap verebilmesi için 1 sene süresi vardır. Soru aynen söyledir: KADINLAR NE İSTERLER? Bu soru tabi ki, dünyanın en zor sorusu. Ancak,kralın fazla bir tercih şansı yoktur. Ülkesine geri döner. Türlü alimlere, bilir kişilere danışırama soruya tam bir doğru yanıt bulamaz. Bu sorunun cevabını sadece yaşlı bir cadı bilmektedir. Artık en son gün gelmiştir ve Arthur mecburen cadıya gider. Cadı soruya cevap verecektir ancak bir şartı vardır. Cadı cevap karşılığında Arthur'un yakın arkadaşı,en iyi ve yakışıklı şövalyesi ile evlenmek istemektedir. Arthur yıkılır ve bunu kabul edemeyeceğini söyler ve cadının yanından ayrılır. Şövalye olanları duyar,krala koşup hiçbir şeyin Arthur'un hayatından daha önemli olamayacağını söyler. Ve cadıdan cevabı alırlar. KADINLAR HER ZAMAN KENDI ÖZGÜR İRADELERİYLE KARAR ALMAK ISTERLER.Evet kesinlikle doğru olan bu cevap sayesine kralın hayatı kurtulur ancak, şövalyenin hayatı sönmüştür.Nihayet şövalye için en kötü an yani, gerdek gecesi gelir. Ancaaaakk...Odaya girdiğindekarşısında cadı yerine dünyanın en güzel kadınını görür. Şövalye şaşırır ve sorar. "Sen kimsin?".Kadın cevap verir:. "Ben evlendiğin cadıyım. Ancak gündüzleri son derece çirkin ve gecelerison derece güzel olurum. Ya da, gündüzleri son derece güzel ve geceleri son derece çirkin olurum. Nasıl gözükeceğime sen karar vereceksin".Şövalye çok kısa bir süre düşünür. Geceleri mükemmel bir sevgili mi yoksa gündüzleri eşiyle beraber kazanacağı saygınlık mı? Ve şöyle cevap verir: "Nasıl olmak istediğine sen karar verlütfen, ben senin her haline karşı saygılıyım." Cadı bu karar karşısında çok sevinir. "Sen banaseçme özgürlügünü verdin ve beni kısıtlamadın şövalyem. Bu yüzden ömür boyu yanında güzel ve saygılıbiri olarak gözükeceğim".sonuç ? KADINLAR, İSTER, SON DERECE GÜZEL...İSTER, SON DERECE ÇİRKİN OLSUN...HERZAMAN CADIDIRLAR ... :))))AMA TATLI...

Dilanı n Yeşil Gözleri


Asıl şimdi susmalıyım; Bıçaklar açmamalı ağzımı.Allahım! Sorsam; Şimdi nerelerdesin? Yoksun işte...Perilerin yakarken o bereketli toprağımı.Asıl şimdi susmalıyım;Boğazıma dizilmeli kelimeler,Ve yanmalı içimdeki düşkonaklarım. Ergin Bozkurt.Sabah erken kalktı. Üzerine bir şeyler giydi. Kardeşlerine baktı tek tek. Okuyacaktı Dilan kardeşlerini de okutacaktı. İnsan inandığını yaşayamadığı zaman yaşadıklarına inanmaya başlarmış. Ama Dilan ne yaşadığına inanıyordu, ne de yaşayacaklarına.Ne yapacağını kestiremiyordu bile. Kemal i arayacaktı, belki ne diyeceğini bilmeden öylece susacaktı bir süre. Anlatmalı mıydı herşeyi acaba?Ne diyecekti, ya da ne yapmasını bekleyecekti. korkuyordu Dilan olanlardan, sonra olacaklardan. Yatağının ucuna ilişiti, ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu. Şuursuzca çekip gitmek nereye kadar olabilirdi.Kemal'i arayıp gelmesini isteyecekti. "evet en doğrusu bu" diye düşündü. onun bilmesi gerekirdi. Dilan hiç bir şeyi tek başına yaşamadığını düşünüyordu.Sevgi ise yaşanan ikisi arasında paylaşılmıştı, duygular iki tarafa da aitti. bilmeye hakkı vardı, sessizce çekip gitmenin anlamı yoktu.Onun ne düşündüğünü bilmeliydi, bencillik yapmamalıydı. Derin bir nefes aldı, ayağa kalktı kararlı adımlarla kapıya yöneldi sessiz olmaya özen gösteriyordu. Ayakkabılarını giyip doğrulmak üzereydi ki hışımla bir eli sırtında hissetti. Ürperdi önce Dilan, korku, endişe, panik şaşkınlık hepsini bir arada yaşadı.----"Benden habersiz bu kapıdan çıkıp gidersen seni öldürürüm". diyordu annesi. Dilan annesine baktı, o sakin kadın nasıl olmuştu bu kadar korkunç görünebilirdi?gözleri öfkeden kıpkırmızı olmuş, ağzından konuştukça sanki köpükler saçılıyordu, öfkesi hareketlerine sansıyor bir yandan da içeridekilerin duymaması için gayret sarfediyordu.ve daha bir çok şey söyledi annesi o öfke ile.Dilan sadece ağlıyordu. ve zaman zaman ağzından iki kelime dökülüyordu.""----yalvarıyorum annne""...Duymuyordu annesi, umrunda değildi Dilan ın yalvaran sözleri, ağlayan gözleri.-----" Anne Memet i sevmiyorum onunla evlenemem". dedi yalvarırcasına.----"Biz sevdik mi sanki? bu kadar insan severek mi evlendi?. alışırsın seversin" diyordu annesi.Sevmek istenildiği zaman olmuyordu. annesi ne çok şeyi bilmiyordu. Bir yolu olmalıydı mutlaka Dilan ümitliydi yine de.İçeri girdi , üzerindekileri değiştirdi, en küçük kardeşinin yanına uzandı.O gün Memet askere geri döneceği için annesi çantasını hazırlıyordu. Kahvaltıyı hazırladı, birlikte kahvaltı ettiler. Memet in babası iyi bir insana benziyordu.Sakin, sevecen bir hali vardı. Ama annesinde içine sinmeyen bir şeyler vardı, ama artık bunun da hiç bir önemi yoktu. Yüzük takılmıştı bir kere,çıkış yolu daraldıkça daralıyordu. Zaman zaman tek çare var diye düşünmeden edemiyordu Dilan işte o zaman korkmuyordu, cesareti yerine geliyordu sanki.Memet gitmeye hazırlanırken: ----"Hazırlıklarını yap 3 ay sonra nişan yapılacak".----"Memet yapma ne olur yapma!----"Hayatta tutunacak bir dala ihtiyacım var, bu dal sadece sen olabilirsin anlamıyor musun?. Beni seveceğine inanıyorum bunun için elimden geleni yapacağım söz.kendine iyi bak olur mu?" Dilan yutkundu. Söylemek istedikleri boğazına dizildi kaldı. sustu Dilan.Memet o gün, annesi ile babası da bir kaç gün sonra gitmişlerdi.Annesi Dilan ın eline bir dantel yumağı bir de tığ verdi.----"Başla bir şeyler örmeye, ancak yetişir düğüne kadar.""Dilan yoruluncaya kadar nefesi kesilinceye kadar ağladı, Kelem tutması gereken eller nasıl olur da tığ tutmaya başlardı. Kitaplara bakması gereken Dilan dantel örneklerine mi bakacaktı.?Dilan bunları kullanabilecekmiydi.? Ördüğü her ilmeğe çektiği acıyı katacaktı. her ilmek bir gözyaşı ve haykırış olacaktı, motifler ortaya çıktıkça Dilan ın söylemek istedikleri daha da açık görülecekti.Ama kimse anlamayacaktı, görmek istemeyecekti, umursamayacaktı.Kemal'i o günden sonra bir daha aramamıştı. Köydekiler bu arada boş durmamış Kemal'e söylenmesi gerekenleri çoktan söylemişlerdi.Dilan sadece onu düşünüyor, ona zarar gelmesini istemiyordu. Kemal hiç bir şekilde incinmemeliydi.Yine sustu Dilan.Günler haftaları, haftalar ayları, kovalamıştı. Geçen günlerin hiç birinin diğerinden, farkı yoktu. Memet askerden mektuplar göndermeye başlamıştı, annesiz büyümüş olmasından dolayı çektiği acıları, zorlukları, sıkıntıları kelimelere dökmüş, hıçkıra-hıçkıra ağlayan çocuklar gibi susmak bilmeden, yazdıkça yazıyordu.Dilan mektuplara cevap veriyor duyduğu üzüntüyü anlatıyordu sadece. Aklı esmer yüzde. Gözü sürekli kapıda.Zihninde kendine cesaret veren aynı düşünce.....

Aşktan Yorgun Düşenler


Kendimden yoruldum Sürekli maske takmaktan İçim Kan ağlarken İnsanlara gülmekten yoruldumÇok sinirliyken bile Sakin olma zorunluluğundan yoruldum Hıçkırarak ağlamak isterken Gözyaşlarımı içime akıtmaktan Delice severken içimden dağlara denizlere Hoyratça esen rüzgara toprağa kuşlara Seviyorum diye haykırmak isterken Susmaktan yoruldum Mavinin her tonunda kaybolmak isterken Siyaha esir olmaktan yoruldum Kendimden yoruldum Hep güçlü olmak ne zordur Hep sorumluluk sahibi olmak Her zaman haklı olmak Herseyi bilmek zorunda olmak Ruhum yoruldu Çoçukken genç olmak Gençken olgun olmak Çok zor yoruldum Çabuk tükettim ömrümü Yarınlarımı..... Umutlarımı..... Duygularımı....... Geri dönüşü olmayan bir tüneldeyim Senaryo konusu Herseye rağmen Mutlu Olma Sanatı Ve oyun bitti...perdeler indi ışıklar söndü Kendimden yoruldum...

Aşk Benim Senin Hiç Olmamış ki


Varlığınla yokluğun arasında kalmayacağım artık, sadece olmayacaksın. Sensiz kalma ihtimali olmayacak aleyhine kurulmuş cumlelerimin sonunda. Belki birkac satir arasinda unutulacaksın bir muddet sonra. İcimden olmayacak, bos bir kağıdın golgesine sığınmayacak sana sitemlerim. Hani hep kızardın ya Konuş konuş konuş derdin, haykırabilir miyim şimdi korkaklığını. Bıraktığın bu mavi duşleriyle avunan yalnızlığı, artık sahiplenilmeyecek olmanın burukluğunu yaşarken, haykırabilir miyim dersin, susar mıyım, gulup gecer miyim yoksa ?

Canım Anneme


Olur olmaz her şeye ağlayan Anne, kocasının ölüm haberini aldığında evibadana ediyordu... Elinde badana fırçası, olduğu yere çöktü kaldı...Ağlamadı. Konuşmadı da. Günlerce konuşmadı... Demiryolcu olan kocası bir tren kazasında ölmüş, beş çocukla dul kalmıştı. Büyük kızı evliydi, bir sonraki kızı hukuk fakültesine gidiyordu. 40-50 bin nüfuslu bir doğu kentinde, kızını ta Ankara'lara, hukuk fakültesine göndermek kolay bir iş değildi o dönemde. Hısım akrabanın, konu komşunun fiskoslarına aldırmamış okumaya göndermişti kızını... Büyük oğlu lisede, ortanca oğlu ortaokulda, en küçük oğlu ise ilkokulda okuyordu. Çocukken gönderildiği Kuran Kursunda Arapça ve Osmanlıca öğrenmişti. Türkçe okuyup, yazmayı çocukları ilkokula başladıktan sonra, onlara ders çalıştırmak için öğrendi...Bu sayede tanıştı dış dünya ile. Kocasının her akşam eve getirdiği gazeteleri okuyarak... Akıllıydı... 'Reis' derdi kocası ona... Her türlü ev işinden başka tarla, bahçe işleri ile de o ilgilenirdi. Buna rağmen çok severdi kocasını. Hâlâ da çok sever. Arada bir rüyasında görür onu. Gördüğü rüyayı unutmasın diye gecenin bir yarısı çocuklarını uyandırıp anlatır... Çocuklarını büyütüp, yetiştirmesi ise uzun hikaye... Kocasının ölüm haberini aldıktan üç gün sonra ağzını ilk kez açtığında söylediği ilk cümle "gideceğiz buradan" oldu.Bu karara karşı çıkan hısım akrabaya "çocuklar" diyerek direndi. "Onlarınokuması lazım." Tanıdık berberlerin, terzilerin, iyi niyetli çırak alma tekliflerini kulak arkası etti. O güne dek saygıda kusur etmediği kaynanasının; "O....olmaya mı gidiyorsun Ankara'ya?" sözünü ise tınmadı bile. Yıllar sonra "O da haklıydı." demişti. "Genç yaşta yitirdiği tek oğlunun yanısıra bir de onun yadigârlarından, torunlarından ayrı düşmenin acısı ile söyledi o sözü."Yapılırken kerpiçini, harcını sırtında taşıdığı evini kiraya vererek, tası tarağı toplayıp bir vagona yükledi. Çocukları ile beraber bir kompartmana doluşup Ankara'ya gitti... Bütün okullara yakın olmasına dikkat ederek bir ev kiraladı. Çocuklarını yürüme mesafesindeki okullara kaydettirdi. Okul tatillerinde memleketine gidip yıllık erzakını yaptı ama yinede zordu hayat. Kira, okul masrafları ağır gelmeye başladı. Oğullarına kıyamıyordu ama abla'ya nazının geçeceğini biliyordu. Fedekârlığı ondan istedi. Abla hukuk öğrenimini bırakıp,demir yollarında işe girdi. Çocuklar, ne yaşanılan hayatın zorluğunu fark etti, ne de babasızlığı. Hepsi okudu. Büyük oğlu devletin açtığı sınavları kazanarak gittiği Almanya'dan yedi yıl sonra doktorasını yaparak döndü. Kısa sürede profesör oldu. Ortanca oğlunun küçüklüğünden bu yana merak sardığı tiyatrodanvazgeçmeyeceğini anlayınca ancak bir üniversite bitirmesi ve daha da önemlisi yedek subay olarak askerliğini yapması koşulu ile tiyatrocu olmasına izin verdi.Şimdilerde onu sahnede, tv ekranlarında görüp, kocasının ölüm haberini aldığı zaman tuttuğu gözyaşlarını esirgemiyor. Söylemeyi unuttum; o, yani annesadece mutluluk duyduğunda ya da duygulandığında ağlar... Küçük oğlu da en büyük ağabeyin izinden giderek akademik kariyerini tamamladı. Profesör oldu...Yaşı bilinmiyor annenin. En az 85'indedir diye tahminler yapılıyor. Belki de 90!..Üç büyük ameliyat geçirdi. Tansiyonu ancak ilaçlarla dengede duruyor.Romatizma ve yaşlılık bir zamanlar taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar güçlü olan adalelerini bitirip, tüketti. Yatağa bağlandı.Tekerlekli yürütecinin yardımı ile tuvalete gidebiliyorancak.Ve buna şükrediyor... Her zaman ilgi duyduğu dış dünya ile tek bağlantısı katarakt ameliyatına rağmen okumakta zorlandığı gazeteler. İşitme cihazı ise hiç işe yaramıyor. Dudak okuyarak anlaşıyor etrafı ile...Yine de mutlu. Tek pişmanlığı son seçimlerde Ecevit'in partisine verdiği oy. Tek dileği ise kimselere, özellikle de yatağa bağlandıktan sonra kendisine çiçekler gibi bakan çileli kızına; abla'ya daha fazla yük olmadan sessizce ölmek... Ölüp cennete gitmek ve orada henüz otuzbeş yaşındayken yitirdiği kocası ile buluşarak adamına; çocuklarını vatana, millete hayırlı birer evlat olarak yetiştirdiğini ve kendilerini kurtardığı müjdesini vermek...Anneler gününde annem geldi aklıma... Şöyle ya da böyle Anadolu'daki yüzbinlerce anneye olduğu kadar sizin de annenize benzeyen kendi annem... Ne desem bilmem ki!..Ne desek!..
Kenan Işık

Yıllanmış Aşk


Mahkeme salonunda, seksen yaslarindaki yasli çiftin durumu içler acisiydi.adam inatçi bakislarla, suskun ninenin aglamaktan iyice çukurlasmis gözlerini ve bikkin bakislarini süzüyordu. hakim tok sesiyle, yasli kadina: "anlat teyze, neden bosanmak istiyorsun?" yasli kadin, derin bir nefes çektikten sonra bas örtüsüyle agzini aralayip, kisilmis sesiyle konusmaya basladi. "bu herif yetti gayri, 50 yildir bezdirdi hayattan..." sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu, mahkeme salonunda... sessizlik, bu tür haberleri her gün manset yapan gazetecilerden birinin flasiyla bozuldu. kim bilir nasil bir manset atacaklardi, yasanmis 50 yilin ardindan? çok sayida gazeteci izliyordu davayi... kadin neler diyecekti ? herkes, onu dinliyordu. yasli kadinin gözleri doldu ve devam etti: "bizim bir sedef çiçegi vardi çok sevdigim... o bilmez... 50 yil önceydi.. o çiçegi bana verdigi çiçekler arasindan kopardigim bir yapragi tohumlamistim, öyle büyüttüm. yavrumuz olmadi onlari yavrum bildim. bir süre sonra çiçek kurumaya basladi.o zaman adak adadim. her gece günes açmadan önce, bir tas suyla sulayacagim onu diye... ıyi gelirmis derlerdi. 50 yil oldu, bu herif bir gece kalkip bir kerede bu çiçegi ben sulayayim demedi. taa ki geçen geceye kadar...o gece takatim kesilmis uyuyakalmisim... ben, böyle bir adamla 50 yil geçirdim. hayatimi, umudumu, herseyimi verdim. ondan hiçbirsey görmedim. bir kerecik olsun, benim bildigim görevlerden birisini yapmasini bekledim.onsuz daha iyiyim, yemin ederim." hakim yasli adama dönerek; "diyecegin birsey var mi, baba?" dedi. yasli adam bastonla zor yürüdügü kürsüye, o ana kadar suçlanmis olmanin utangaçligini hissettiren yüz ifadesiyle, hakime yöneldi. tane tane konustu: "askerligimi reisicumhur köskünde bahçivan olarak yaptim. o bahçenin, görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. fadime'mi de orada tanidim. sedefleri de... ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. ılk evlendigimiz günlerin birinde, boyun agrisi nedeniyle, onu hekime götürdüm. hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa; boynundaki kireç sertlesir, kötülesir dedi. her gece uykusunu bölüp uyansin, gezinsin dedi. hekimi pek dinlemedi bizim hatun... lafim geçmedi... o günlerde, tesadüf, bu çiçek kurumaya yuz tuttu. ben ona: "gece çiçek sularsan geçer dedim. adak dilettim... her gece onu uyandirdim ve onu seyrettim. o sevdigim kadini, yavrusu bildigi çiçekleri sularken seyrettim. her gece, o çiçek ben oldum sanki..." dedi adam. o yastaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle... "her gece, o yattiktan sonra uyandim. saksidaki suyu bosalttim. sedef, gece sulanmayi sevmez, hakim bey... geçen gece de... yaslilik... ben de uyanamadim. uyandiramadim... çiçek susuz kalirdi ama kadinimin boynu yine azabilirdi. suçlandim...sesimi çikartamadim..." o anda gazeteciler dahil, mahkeme salonundaki herkes agliyordu...